IX. Konstantinos Monomakhos
Paphlagonia hanedanının hakimiyetine V. Mikhail Kalaphates süratli bir son sağladı. Bizzat Ioannes Orphanotrophos kendi yarattığı mahlukun kurbanı oldu. Mikhail, amcasının kendisine yaptığı iyilikleri, onu sürgüne göndermekle ödedi. Herkesi darıltmış olan hadım için kimse parmağını bile kıpırdatmamıştı. Ancak Kalaphates bundan cüret bularak imparatoriçe Zoe'yi de bir manastıra kapatınca, bu onun tacına mal oldu. Haddini bilmeyen bu türediye karşı asalet ve kilise, Bizans başşehir ahalisinin hanedana sadakatine dayanarak, birleşti. Çünkü, Makedonya hanedanı devresinde Bizans halkının meşruiyet duygusu hatta bir Zoe ve bir Theodora'ya sarılabilecek kadar kuvvetlenmiş bulunuyordu. Elini hükümdar kızı olarak doğmuş bir kimseye karşı kaldırmış olan kalafatçı düşürülerek 20 Nisan 1042'de gözlerine mil çekildi. İktidarı Zoe ve Theodora müştereken yürüteceklerdi; çünkü Zoe'nin talebi üzerine rahibe libasını giymiş olan Theodora'nın arkasında eskiden beri kuvvetli bir parti bulunmakta idi ve kilise de kendisine özellikle temayül ediyordu. Kadınların hükümdarlık kudretini kendi adlarına uygulama hakları artık bir sorun olmaktan çıkmıştı. Ancak her iki prensesin kabiliyetsizlikleri ve birbirlerine karşı duydukları kin ve nefret öylesine büyüktü ki, daha birkaç hafta geçmeden iktidarın bir erkeğin eline verilmesi icap etti. Theodora evlenmek istemediği için izdivaç delisi Zoe, 64 yaşında bulunduğu halde, 3. defa evlenecekti. Zoe 11 Haziran 1042'de asil senatör Konstantinos Monomakhos (IX. Konstantinos) ile evlendi ve bu zat izdivacın ertesi gün imparatorluk tacını giydi.
Bir Sklerina ile olan ikinci izdivacı dolayısıyla hısımı olan III. Romanos Argyros gibi Konstantinos IX. Monomakhos (1042-55) da Bizans memurlar asalet sınıfının tipik bir mümessili idi; aynen onun gibi de önemsiz ve iradesi zayıf bir hükümdar oldu. Hayatı ve hükümdarlık görevlerini hafife aldı ve meş'um bir gelişmeyi davet etmiş oldu. Resmen saltanatı paylaştığı her iki imparatoriçe artık hiçbir tahdide tabi tutulmadılar. İyi yaşamasını seven imparatorla birlikte devlet hazinesini israf etmeye devam edebilirlerdi. Zoe'ye gelince, o da artık artan yaşıyla birlikte daha sabırlı olmuştu. IX. Konstantinos'un ikinci karısının yeğenlerinden birisi olan güzel ve Sklerina ile açıkça sürdürdüğü aşk ilişkisi halkı kızdırıyordu fakat imparatoriçenin umurunda değildi. Yeni icat olunan "sebaste" unvanıyla tezyin edilen imparatorun metresi bütün saray törenlerinde her iki imparatoriçe ile birlikte yer almaktaydı. Ölümünden sonra bütün ünvanları ve aynı zamanda görevleri güzel bir Alan prensesine devrolundu.
Başşehirdeki hafif ve zarif hayat şüphesiz hiç de küçük görülemeyecek bir çekiciliğe sahipti. Bizans fikri hayatının II. Basileios'un askeri rejiminden kurumuş olan dallarının yeni bir tomurcuklanması bu devreye düşer. O sıralarda hakim olan başşehir memur asalet sınıfı hiç şüphesiz devletin en münevver tabakasıydı. Tahtın etrafını, başnazır sıfatıyla devlet işlerini gören Konstantinos Leikhudes, önemli hukukçu Ksiphilinos, meşhur filozof Mikhail Psellos gibi gerçek ve yüksek münevverler çevrelemişti. Kültür sahasında son derece meyveli etkinliği gibi meş'um siyasi faaliyeti ve sonsuz ahlaki bozukluğu ile Psellos bu devrin en mütebâriz şahsiyetidir. Dindarlıktan tamamıyla yoksun değildi ve hiç olmazsa estetik bakımdan ecdadının dini onun duyarlılığında zaman zaman derinden kavrayabilmekteydi. Bir hayal sukutu ve ümitsizlik anında, IX. Konstantinos saltanatı sonlarına doğru, Leikhudes çevresi etkisini geçici olarak kaybettiğinde, hatta dostu Ksiphilinos ile birlikte keşiş libasını da giymişti. Fakat onun bütün ruhu bu dünyaya, gerçek bir ihtirasla içine sindirdiği dünyevi bilgiye, bir analizci olarak inanılmaz derecede uyanık bir gözle müşahade ettiği ve bir politikacı olarak iradesine rametmesini bildiği beşeri hayatın faaliyetlerine dönük idi ve öyle kaldı. Hatip ve yazar olarak emsali yoktu. Hitabet sanatı hususunda özellikle hassas olan Bizans dünyasında onun hitabet kalibiyeti, önüne geçilemez kudretli bir silahtı. Bilgisi her sahaya uzanmakta olup çağdaşları için, en aşağısından, bir mucizeydi. Antik hikmet ve şiire karşı alev alev yanan bir sevgi ateşiyle doluydu. Neoplatoncuları incelemek ona yetmedi, ışık kaynağına giden yolu buldu, Platon'u öğrenmeyi bildi, onu öğrenmeyi öğretti ve bu yoldan çağdaşlarına ve kendisinden sonraki kuşaklara sonsuz, ölçüsüz derecede müsmir etkide bulundu. Bizans'ın en büyük filozofu ve aynı zamanda dünyanın ilk büyük hümanistiydi.
Yükseköğretim müessesini yeniden canlandırmak teşebbüsü de Psellos, Ksiphilinos, Leikhudes ve Psellos'un üstadı önemli şair ve bilgin Ioannes Mavropus'un mensup olduğu bilgin imparatorluk müşavirleri çevresinden geldi. 1045 yılında İstanbul'da bir felsefe ve bir hukuk yüksek mektebi kuruldu. Hukuk yüksek mektebinin başkanı "hukukun koruyucusu" ünvanıyla Ioannes Ksiphilinos oldu. Böylelikle korunması Bizans'ın tarihi en büyük şereflerinden birisi olmuş bulunan Grek tenevvürü ile Roma hukuk bilgisinin yeni bir merkezi teşekkül etmiş oldu. Yeni kurulan yüksek mektep aynı zamanda geleceğin hakim ve memurlarının yetiştiği yer olarak önemli bir pratik ihtiyacı da karşılıyordu.
Yerli savaş kuvvetlerinin devamlı azalışı ücretli askerlerden müteşekkil ordunun önemini yeniden arttırdı. Bu, Herakleios öncesi zamana geri dönmek demekti ve o zamanlardaki Gotlar gibi bu sefer de Normanlar Bizans ordusunun en değerli unsurunu teşkil ettiler. Georhios Maniakes'in sancağı altında Sicilya'da mükemmel bir birlik olan Varaeg-Rus drujinası ve adı altında efsaneler teşekkül eden İskandinavyalı savaş kahramanı Harold dövüşmekteydiler. Şimdi Varaeg'ler asıl imparatorluk muhafız kuvvetini teşkil etmekteydiler; ancak bunlar artık II. Basileios devrinde olduğu gibi saflarını Rusya'dan değil, 11. yüzyılın yetmişinci yıllarından beri çoğunlukla İngiltere'den ikmal etmektedirler, öyleki Varaeg- Rus muhafız kuvvetinin yerini Varaeg-İngiliz muhafız gücü almış bulunuyordu. Norman muhafız kuvveti ise bir bakıma, yavaş yavaş tamamiyle mevcudiyetini yitiren Bizans muhafız alaylarının yerini almaktaydı.
Georgios Maniakes'in Sicilya'daki askeri harekatı, her tarafında kararmaya başlamış olan Bizans ufkunda çakan son ve kısa bir ışık huzmesiydi. Sanki II. Basileios'un vasiyetini yerine getirmek üzere, zaferlerle dolu Makedonya hanedanının fütuhat devresinin geç bir temsilcisi olan Georgios Maniakes, Sicilya'nın istirdadını hedef edinmişti. Sicilya Araplarının zayıflamış olması bu teşebbüse başarı vaat ediyordu: Süratli bir zafer yürüyüşüyle Georgios Maniakes, Messina ve Syrakusa dahil olmak üzere Sicilya'nın doğu kısmını Müslümanlardan koparıp aldı. Fakat bütün başarılar İstanbul'daki iktidar sahiplerinin vehimleri yüzünden suya düştü. Tam kesin netice anında IX. Konstantinos muzaffer kumandanı mevkiinden azletti. Maniakes bu meydan okumayı kabul etti. Askerleri tarafından kendisini imparator ilan ettirdi, Dyrrhakhion'a geçti ve Selanik üzerine yürüdü. Zaferin ona ait olacağı ve Bizans siyasetinin kökünden değişeceği muhakkak görünüyordu. Fakat o hemen hemen kazanmış olduğu bir savaşta bir ok isabetiyle yaralanarak ölüp gitti (1043).
Hemen birkaç yıl sonra, Makedonya'dan yani kuzeybatı Trakya'dan kopmuş olması hususiyetini teşkil eden yeni bir hükümet darbesi teşebbüsü vuku buldu. Ordunun, asker düşmanı memur rejimine karşı duyduğu hiddete, burada eyaletin İstanbul'un merkeziyetçiliğine karşı tutumu da katılmıştı. Asilerin başına, Ermeni menşeli olmakla beraber Edirne'de yerleşmiş ve civarın bütün girdi-çıktısını bilen "Makedonya partisi"nin başkanı Leon Tornikios geçti. Tornikes'in isyanı Maniakes'in ayaklanmasından daha tehlikeli ölçülere ulaştı. İstanbul kuşatıldı ve hemen de düşmek üzereydi. (1047) Ancak, Maniakes isyanından bir tesadüfle kurtulmuş olan IX. Konstantinos hükümeti bu sefer de şehrin zaptı için uygun anı kaçırmış olan mukabil imparatorun tereddütü sayesinde kurtuldu.
İstanbul hükümetinin izlediği, savunma gücünü sistematik bir şekilde sınırlandırmak siyaseti, önceki devrenin büyük zaferleriyle devletin durumunun dış dünyaya karşı sağlamlaştırılmış görünmesiyle, bir dereceye kadar izah olunabilir. Georgios Maniakes'in gerek doğuda ve gerekse Sicilya'da giriştiği başarılı teşebbüsler Bizans devletinin Araplara üstünlüğünü teyit etmişti. II. Basileios'un Armenia'daki siyasetini IX. Konstantinos devam ettirebilmiş ve Ani devletini ilhak etmek suretiyle sonuçlandırmıştı.
IX. Konstantinos'un zayıf saltanatının son yılına dünya tarihi çapında önemli bir olay isabet eder: Kiliselerin birbirinden ayrılması. Bundan önceki yüzyıllarda vuku bulan olaylardan sonra Roma ile İstanbul kiliseleri arasında kesin ayrılma sadece bir zaman meselesiydi. Doğu ve batıda gelişme yolları öylesine birbirinden ayrı, iki dünya merkezi arasındaki birbirine yabancılaşma ve hayatın türlü sahalarında biriken tezatlar öylesine büyük ve derindi ki, iki taraf arasında fikri ve dini birlik hayali uzun müddet zaten ayakta tutulamazdı. Kilisenin birlik halinde cihanşümüllüğünü koruyabilmek için, yüzyıllardan beri siyasi ve kültürel anlamda birbirinden ayrılmak gayreti içinde bulunan Hristiyan dünyasında, gerekli hiçbir ön şart mevcut değildi. Sık sık ifade olunduğu gibi iki taraf arasında kesin ayrılmanın suçlusu Bizans "caesaropapismus"u değildi. Bunun tamamıyla aksine Bizans'ta, kiliselerin birlik halinde bulunmasını imparatorluk müessesesinden daha kuvvetli isteyen hiçbir faktör yoktu. Bizans'ın devlet olarak cihanşümüllüğünü kurtarmak, İtalya üzerindeki hukukunu ayakta tutabilmek için Bizans imparatorları kendi kiliselerine karşı Roma'nın kilise cihanşümüllüğü fikrini desteklemişlerdi. Ancak nasıl batı dünyasının devlet olarak kendini kabul ettirmesi Bizans'ın cihanşümül devlet düşüncesinin temellerini oynatmışsa da, Slav dünyasının İstanbul kilisesi tarafından hristiyanlığa kazandırılmış olması da Roma kilisesinin cihanşümüllük iddiasını doğuda dayanıksız bırakmıştı. Güney Slavlarının kilise teşkilatı içine alınmasını Rusya'nın İstanbul patrikliğine bağlanmasını takip etmişti. Bundan pek az sonra Bizans'ta Roma aleyhtarı cereyanın kuvvetlenmesi şüphesiz bir tesadüf değildir. Muazzam Slav hinterlandına dayandığı halde Bizans kilisesi artık Roma'nın üstünlüğüne elbette boyun eğemezdi. Makedonya hanedanının geleneksel Roma dostluk siyasetine daha II. Basileios yüz çevirdi: Patrik Sergeios (999-1019) zamanında papanın adı "dyptihkon"larda görülmez olmuştu. Zaafa düşmüş papalığın 1024 yılında vermeye razı olmak zorunda kaldığı taviz iki taraf arasında barış içinde bir sınıf tespitini öngörmekteydi: İstanbul kilisesi "kendi bölgesinde cihanşümül" olarak tanınacaktı. Bu taviz yolu ile anlaşmayı Cluny reform hareketinin neşrettiği yeni ruh baltalamıştır. Kilise bölgelerinin tarihi zorunluğun gerektirdiği sınırlandırılmasına gelince bu, yine de fakat parçalanma yoluyla ve zorla tahakkuk etmiştir.
Bu ayrılmanın tahakkuku için ön şart, kuvvetli, her türlü tavizle çözüme aleyhtar bir papalık karşısında, aynı derecede kuvvetli, bağımsız üstünlüğünün bilinci ile dopdolu bir patrikliğin ve bunun yanında olayların cereyanına engel olamayacak derecede zayıf bir imparatorun bulunmasıydı. Böyle bir durum 11.yüzyılın ortasında Cluny reform hareketinin gerçek bir temsilcisi olan Papa IX. Leo, Bizans tarihinin en haris kilise reisi Kerullarios İstanbul patriği, imparatorluk iktidarı ise IX. Konstantinos'un zayıf ellerinde bulunduğunda tahakkuk etmiş idi.
Mikhail Kerullarios arkasında hareketli ve değişikliklerle dolu bir hayat bırakmıştı. Bizans aristokrasisinin Paphlagonia'lı IV. Mikhail'e karşı giriştiği bir suikasti hazırlayan şahıs olarak birçok yılını sürgünde geçirmişti. Paphlagonia hanedanının sükutundan sonra İstanbul'a döndü, ancak sürgündeyken keşiş libasını giymiş olduğu için önünde sadece ruhani kariyer açık bulunmaktaydı. 1043 yılında patriklik tahtına çıktı ve bu tarihten itibaren dinlenmek bilmeyen mücadeleci ruhu önünde yeni bir faaliyet sahası açılmış oldu. Makamının erişilmez yüksekliğinin bilinciyle, hiç de Roma'daki rakibinden daha az meşbu değildi ve bu bilinç onun şahsında, hedefine erişmek için hiçbir engel aşmaktan çekinmeyen bir iktidar hırsıyla birleşmişti. Papanın yardımcısı ise, Roma'daki barışma tanımaz Bizans aleyhtarı cereyanın başında bulunan kardinal Umberto idi. Mikhail Kerullarios ile Umberto'nun şahıslarında her ikisi de cüretkar ve engel tanımadan doğrudan doğruyu hedeflerinin üzerine atılan, yüzyılların biriktirdiği tezatların peçesini indirmeye ve dünyayı bir "ya o ya ben" alternatifi karşısına sürüklemeye hazır iki adam birbirleriyle çatışmış oluyordu. Mücadele imparatorun arzusu hilafına ve içinde bulunan siyasi şartlar hesaba katılmadan alevlendi. İhtilaf öteden beri her iki kilise merkezinin üzerinde iddia ileri sürdükleri ve o sırada Normanların ülkeye girişlerinden sonra, Roma ve İstanbul'un beraberce hareket etmelerinin siyasi bakımdan özellikle şart olarak göründüğü güney İtalya'da patlak verdi. Sonradan aradaki anlaşmazlıklar dogmatik ve litürjik (kilise adetleri) sorunlara atlayınca her türlü anlaşmayı önceden imkansız duruma sokan tehlikeli noktaya ulaşmış oldu; çünkü burada öğreti öğretiye, adet adete karşı cephe almış oluyordu. Bunlar daha Photios zamanında fikirleri birbirinden ayıran eski sorunlar idi: Kutsal Ruhun ikili zuhuru hakkında batı öğretisi, Roma'nın sabbat orucu ve papazların evlenme yasağı, Bizans kilisesinde kutsal akşam taamında mayalı, Roma kilisesinde mayasız ekmek kullanılması. Dikkate değer bir şekilde, özellikle bu sonuncu sorun üzerinde hararetle münakaşa ediliyordu. Kerullarios, taktik düşüncelerle çok daha önemli, fakat aynı zamanda karmaşık dogmatik fikir ayrılıklarına değil, herkesin anlayabileceği litürjik farkları ön plana sürmüştü. Bizans patriğinin arkasında doğunun ve Slav ülkelerinin ortadoks kiliseleri durmaktaydılar. Antakya'nın ölçü bilir patriği Petros'da nihayet Kerullarios tarafından ikna edilmişti; Ohrid'in Grek başpiskoposu Leon ise Roma'ya karşı mücadelede sesini en çok yükselenlerden birisi olmuştur.
Münazaranın dramatik sonunu kardinal Umberto'nun başkanlığında bir Roma elçi heyetinin İstanbul'a gelmesi getirdi. Patriğini Roma ile dostluk uğruna feda etmeye hazır görünen imparatorun bu tutumundan cesaret alarak papalık "legat"ları 16 Temmuz 1054'te Ayasofya kilisesinin mihrabına Kerullarios ile en itibarlı fikir arkadaşlarını aforoz eden bir "bulla" bıraktılar. Bu arada ise patrik, kilise ve halkın sempatisine dayanarak mütereddit imparatorun fikrini değiştirmeye ve onu kendi iradesine ram etmeye muvaffak olmuştu. İmparatorun rızasıyla, göze göz, dişe diş kaidesine uygun bir hareketle Roma legatlarını aforoz eden bir synod topladı. Bu olayların ne kadar şumullü sonuçlara ulaştığını beşeriyet ancak sonraları idrak edebilmiştir. Çağdaşları bu hadiselere büyük bir önem tanımadılar. İki kilise merkezi arasındaki anlaşmazlıklara çok alışılmıştı: 1054 yılındaki münazaanın, daha önceki bütün diğer çatışmalardan daha önemli olduğunu, bunun bir daha dönülemeyecek kesin bir birbirinden kopma anlamına geldiğini o zamanlar kim düşünebilirdi?
IX. Konstantinos Monomakhos 11 Ocak 1055'te öldü. Bundan sonra Theodora imparatorluk haklarını bir kere daha kendi adına kullandı. Makedonya hükümdar hanedanının hayatta kalmış son temsilcisiydi. Onun ölümüyle (1056 Eylül'ü başı) şöhretli hanedan söndü. Bu en büyük Bizans imparatorluk hanedanının kaderi dikkate değer. Başlangıçta tutunması ne kadar güç olmuşsa, sonunda, hemen hemen 30 yıl boyunca garip bir gölge varlık sürdürmek suretiyle, o derece inatla hayata sarılmıştır. Bir zamanlar ne kadar şan ve şöhret kazanan icraatta bulunmuşsa, sonu da o derecede şerefsiz ve itibarsız olmuştur.
(Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, çev. Fikret Işıltan, Ankara, s.301-302-303-304-307-308-309-310-311-312-313)
Yorumlar
Yorum Gönder